Farklı renklerin aynılaştırılması idi onlar için hayat. Siyahı, beyazı görmeye dayanamıyorlar, griye boyuyorlardı dünyayı. Sert ünsüzleri yumuşatıp, köşelerini yok ediyorlardı ustalıkla. Yaşam yuvarlak, cansız, düz olmalıydı, engebeleri tıraşlamak lazımdı. Böylece kobay insancıklar, hep aynı hızda, aynı tempoda, tek sıra halinde, konuşmadan, görmeden, düşünmeden dönüp durabilirlerdi. Birer tasma ile tutuyorlardı boyunlarından insanların, ağızlarından akan salyalar yağmur gibi yağıyordu kobayların üzerine. Hiddetleri kavuruyordu parkuru. Boylarından büyük egolarıyla eziyor, sindirmeye çalışıyorlardı.
4 Ağustos 2014 Pazartesi
Ben
Farklı renklerin aynılaştırılması idi onlar için hayat. Siyahı, beyazı görmeye dayanamıyorlar, griye boyuyorlardı dünyayı. Sert ünsüzleri yumuşatıp, köşelerini yok ediyorlardı ustalıkla. Yaşam yuvarlak, cansız, düz olmalıydı, engebeleri tıraşlamak lazımdı. Böylece kobay insancıklar, hep aynı hızda, aynı tempoda, tek sıra halinde, konuşmadan, görmeden, düşünmeden dönüp durabilirlerdi. Birer tasma ile tutuyorlardı boyunlarından insanların, ağızlarından akan salyalar yağmur gibi yağıyordu kobayların üzerine. Hiddetleri kavuruyordu parkuru. Boylarından büyük egolarıyla eziyor, sindirmeye çalışıyorlardı.
23 Mart 2014 Pazar
Foo Fighters - Wasting Light
2011 tarihli albüm çok yeni olmamakla birlikte, bu çalışmanın, pek fazla sevmediğim, içi son yıllarda boşaltılmış, modern, "mainstream" rock türü içerisinde parlayan, son yıllarda yapılmış en iyi çalışmalardan biri olduğunu düşündüğüm için kritiğini yapmak istedim.
Foo Fighters'ın frontman'i Dave Grohl'un davulculuğunu yaptığı Nirvana ile pek aram yoktur. Bana çok hitap etmez. Öte yandan, özellikle Wasting Light ile birlikte, Foo Fighters'ın, giderek köhneleşen modern rock piyasasında altın gibi parladığını düşünüyorum.
Albüm analog kaydedilmiş. Çiğ ve son derece agresif bir sound'a sahip. Dave Grohl'un tutkulu vokalleri de son derece oturaklı. Albüm baştan sonra hız kaybetmiyor. "Bridge Burning" ile harika bir başlangıç yapıyor. Ama asıl parlayan şarkı "Dear Rosemary". Son derece "catchy" bir şarkı, zor hazmedilen bir tip değil, basit ama çok eğlenceli. Zaten albüm yapı olarak düz. Bu kötü bir şey mi? Değil. Saniye 1500 tane nota basmakla kaliteli müzik yapılmış olmuyor. Wasting Light'ta ruh var, heyecan var. Analog, tertemiz kayıtlar var. Örneğin Dream Theater'ın kompleks ama içi boş "çoğu" albümünden (her çalışmasından bahsetmiyorum) daha kaliteli.
Bol distortion'lı, gain'li, belki az gamlı ama yağ gibi akan bir albüm arıyorsanız mutlaka dinleyin. Foo Fighters, Wasting Light ile birlikte son yılların en iyi ana akım rock albümüne imza atmış bulunmakta. Kapağı bile "tatava" yapmıyor.
22 Mart 2014 Cumartesi
Nemrud - Ritual
Günümüzden bir progresif rock çalışması ile karşınızdayım. Nemrud, albümleriyle, Türkiye'den, Eloy, Pink Floyd, King Crimson, Yes ve benzeri devlere selam çakıyor.
Bir nevi çılgınlık olarak addedilebilir bu durum, "old-school" tavırlarından vazgeçmiyorlar, sadece Türkiye sınırları içinde değil, tüm dünyada, günümüzde böyle bir gruba rastlamak çok zor artık. Bundan dolayı benim için bu kadar değerliler. Eloy'dan Frank Bornemann'ın da Nemrud'un özel takipçilerinden ve destekçilerinden birisi olduğunu da belirtmek gerekir.
Ritual analog kaydedilmiş. Son derece çiğ, leziz bir sound'a sahip. Albüm için uzun zaman çalıştılar, çabaladılar, didindiler, bir hayranları olarak bunu en iyi bilenlerden birisi de benim. Öte yandan Türkiye'den yeterli, tatmin edici destek verilmediği için Fransa'dan yayınlandı bu çalışma. Bu da ülkemizin bir ayıbıdır. Uluslararası, değerli bir hayran kitlesine sahip Nemrud'a sahip çıkılmadı. Gelelim şarkılara.
Konsept yapıdaki albüm dört parçadan oluşmakta. Nemrud gibi grupların albümlerini bölmeden, baştan sona dinlemelisiniz. Ancak böylelikle arkasındaki hikaye yakalanabilir. Albüm, Eloy kokuları ile başlıyor. Analog kayıt ile birlikte 70'lerin atmosferi yakalanıp perçinlenmiş. Ritual'ın ilk şarkısı "In My Mind" benim albümdeki favorim. Sonlarına doğru modern çağın müziğine de göndermeler yapılmış. Çok leziz.
"Sorrow by Oneself", Eloy'un "Dawn" albümünün atmosferini yaşattı bana. Günbatımında, açık havada yakılan bir ağıt gibi. Kapak görselini sarmalıyor, sarı, turuncu bir eser. Üçüncü şarkı olan "Light" ise kapanışa çekilen bir köprü. Son şarkıya hazırlıyor bizi. Sorrow by Oneself'e göre daha umut dolu bir parça. Bana, çekilen acılardan sonra kendine gelme çabasını anımsattı.
"Ritual" ile kapanıyor albüm. Şarkı balyoz gibi vuruyor dinleyicilerine. Enteresan geçişleri var. Kimi zaman sert, kimi zaman naif. Alman progresif müzik ekolüne bir saygı duruşu olarak başlayıp, bitişe doğru sololar ile destekleniyor.
Son söz. Çölde bir vaha gibi. Kaçırmayın.
19 Mart 2014 Çarşamba
Umut
Bir kadın... Birlikteydim onunla. Güldüğü zaman dünyam şaşardı. Gözlerinde kaybolmak isterdim. Yolunu kaybetmiş, rotası şaşmış bir tekneyle, okyanusa açılmak gibiydi sanki. Çılgınca.
Kısa sürdü birlikteliğimiz. Bitmesi hiç istenmeyen bir rüya gibiydi. Yani, sonunun geldiğini göremedim, sadece "oldu". Bitti, işte o an tekne battı, okyanusta kayboldum. Üşümüş, titrek, savunmasız bir halde buldum kendimi. Sakin, sessiz bir gecede, aniden peydahlanan bir fırtınaya kapılmak gibiydi.
İşte o an ölmeyi istedim. Çırpınmaya ne gücüm vardı, ne de direnmeye halim. Boğuşmayı reddettim. O yeşil, gülen gözler olmadan anlamı var mıydı ki direnmenin? Ta ki...
Bir romantik komedi filminde, mutlu sona takribi kırk beş kala, ağır drama yüklü sahnenin baş aktörü olmuştum. Sahne kapandı, film devam etmekte. Mutlu sona ulaşmayı bekliyorum hala, umutla, okyanusun ortasında çırpınarak. Elbet gelecek o sahne, gülen yeşil gözleri dindirecek fırtınayı, okyanus kucaklayacak bedenimi.
Sadece umut. O son sahne geldiğinde, ayakta kalabilmek için. Belki bugün değil, ama yarın için...
16 Nisan 2011 Cumartesi
Istanbul Arkeoloji Müzesi
Güzel bir Istanbul sabahına gözlerini açmıştı Gülhane Parkı. Hayatın yeni yeni başladığı saatlerin dinginliğiyle ayrı bir güzellik içindeydi aziz şehir. Saat 9.30 civarlarındaydı ayak bastığımda Arkeoloji Müzesi'nin avlusuna. Peşi sıra rezaletlere imza atan Kültür Bakanlığı'nın yaptığı belki de tek doğru icraat olan Müzekart'ı aldım gişeden ve başladım gezime.
Turnikelerin metal çubuklarını bacak darbelerimle döndürdükten sonra, hemen soldaki Şark Eserleri Müzesi ve girişindeki iki tane kapı aslanı karşıladı beni. Merdivenleri tırmandım ve devasa kapının gıcırtısı belki de günün ilk ziyaretçisi olduğumu fısıldıyordu kulaklarıma. Beklediğimden daha şık bir dizaynı vardı Şark Eserleri Müzesi'nin, kullanılan mavi-kırmızı-krem renkler, doğu uygarlıklarının bıraktığı eserleri vurguluyordu adeta. İlk olarak mezar taşları, sunaklar, yazıtlar karşımdaydı, onları inceledikten sonra bir güneş saati takıldı gözlerime. Arkaik heykeller ve başları da karşı duvarda yerini almıştı. Büyük bir kabinin içinde, mezar buluntuları ve masklar eşliğinde bir mumya sergileniyordu, ki bu bina içinde en çok ilgimi çeken parça bu oldu. Rölyefler, skarabeler, ortostatlar ve yeni krallık dönemine ait sfenksler arkeolojik yolculuğumun bir sonraki duraklarıydı. İnsan başlı hayvan heykelleri fevkalade dikkat çekiciydi. En eski aşk şiiri olarak lanse edilen yazıt ve Hammurabi yasaları çivi yazıları örnekleri olarak karşıma çıktı. Bu eserleri gördüğüm an “Keşke yazıldıkları dili okuyabilsem” demekten alamadım kendimi. Dünyanın ilk yazılı antlaşması olan “Kadeş Antlaşması” da turistlerin dikkatle incelediği parçalar arasındaydı. Anadolu'da Tunç Çağı kalıntıları, Anadolu'ya özgü damga mühürlerin de dahil olduğu mühür bölümü, araç gereçler ve dahası, sergide yer alan diğer eserler arasındaydı.
Şark Eserleri Müzesi turumu noktalandırdıktan sonra, serin Istanbul havasına karıştım yeniden. Arkeoloji Müzesi'ne girmeden önce, çoğunun Hellenistik dönemden kalma olduğunu fark ettiğim avludaki nefes kesici eserlere göz attım. Çinili Köşk ile adeta flört eden devasa müzenin devasa kapısından girdim arkasından. Sağ baştan başladım incelemeye. Sırasıyla, Ana Tanrıça Kybele'nin de bulunduğu Arkaik dönem heykelleri, güreşenlerin ve çalgıcıların resmedildiği bir bloğun da dahil olduğu Anadolu-Pers dönemi eserleri, Attik Mezar Stel ve Kabartmaları dönemine ayrılan bölüm, aralarında Hermafrodit Heykeli'nin, Büyük İskender başlarının ve daha nice birbirinden muazzam heykellerin yer aldığı Hellenistik Dönem Heykeltıraşlığı döneminin sergilendiği kısım kovaladı birbirlerini. Onları takip eden Magnesia ve Tralles kentlerinin heykel örnekleri, ağzımın bir karış açık kaldığı bir bölümdü. Harika maskların ve tanrıça, tanrı, toplum içinde değer verilen insanların heykellerinin arasında parmaklarım fotoğraf makinasının tuşlarına basmaktan yoruldu adeta. Bu dönemin sanatsal anlatımına hayran kaldım. Hellenistik etkili Roma heykeltıraşlığına ait kadın başları göz alıcı güzellikteydi. Roma Devri Anadolu Eserleri, döneminin üç mermer kenti olan Efes, Milet ve Geyre'de imza atılan eserleri gözler önüne sermekteydi. Roma İmparatorluk döneminin heybetli Zeus heykeli, şahane dönemin belki de en dikkat çekici heykeliydi. Bir üst kata çıktığımda, saraylarda kullanılan araç-gereçler ve mimari sunumlar, çizimler ile karşılaştım. Kısa süren bu bölümün ardından, her biri ayrı konsepte ayrılmış, üç farklı kat karşıma çıktı. Orta katta Çağlar Boyu Anadolu, ziyaretçilerini bekliyordu. Truva'dan, Anadolu'da demir ve tunç çağlarından, Frig Devleti'nden kalan dikkate değer eserleri, heykel ve heykelcikleri inceledim. Ek binanın yukarı çıkan basamaklarının ardında, Suriye, Filistin, Kudüs, Kıbrıs gibi çevre uygarlıklardan kalma sanat eserleri bekliyordu. Özellikle Suriye, Filistin ve Kıbrıs'taki cam işçiliğinden derinden etkilendim. Üçüncü kattan birinci kata geçtiğimde, Çağlar boyu İstanbul'u bütün çıplaklığıyla gösteren, gizemli bölümü adımlamaya başladım. Bakırköy, Küçükçekmece, Ayvansaray, Haliç ve diğer yerleşkelerden elde edilen yapıtlar etkileyici bir görsellik sunmaktaydı. Özellikle Haliç eserleri göz kamaştırıcıydı. Bizans'a ayrılan yerde, klasik dönem İmparator heykeli, geçiş dönemi sanat eserleri, rölyefler, sütunlar harikuladeydi. Alt kata indiğimde, Assos Athena Tapınağı girişi, dillere destan bir güzellik sunan, son derece görkemli, büyük yapıtların sergilendiği Kral Sidon Nekropolü, ardından Anadolu'nun sütunlu lahitleri, son olarak da Anadolu'nun muhteşem sütunlu lahitleri ve Antik dönem Anadolu uygarlıklarından mimari örneklerine göz attım. Binadan çıktıktan sonra, bana göz kırpan Çinili Köşk'ü de gezip, turumu noktaladım.
Kelimelerin kifayetsiz kalacağı, “multikültürel” bir bombardımana maruz kalmıştım. Her insanın mutlaka gezmesi, görmesi gereken bir güzellik olan İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin etkilerinden kolayca kurtulabileceğimi sanmıyorum.
28 Şubat 2011 Pazartesi
Body Worlds İzlenimleri
Body Worlds, Prof. Dr. Gunther von Hagens tarafından, mucidi olduğu plastinasyon tekniği kullanılarak oluşturulan bir sergi. İnsan kadavralarının, heykel misali, belirli kompozisyonlar eşliğinde birer sanat eserine dönüştürüldüğü bir platform aynı zamanda. Sergiye girmeden önce, sanatın her türlüsünden, özellikle de marjinal olanlarından son derece keyif alan bir insan olarak, beklentilerim yüksekti, göreceklerim konusunda heyecanlıydım. Sunumun yapıldığı mekana ayak bastığımdan itibaren ise, düşündüğümün dahi ötesinde, neredeyse ütopik sayılacak kadar harika, heyecan verici bir ortam ile karşılaştım. Yüksek beklentilerimi dahi aşmıştı Body Worlds.
Girişteki ufak organların ardından, dikkatimi çeken ilk parça “İtfaiyeci” olmuştu. Gördüğüm kompozisyon karşısında dilim tutuldu. Bir heykele bakar gibi hissettim kendimi, farkı ise önümde dikilen şaheserin tamamen organik olmasıydı. “Satranç Oyuncusu” adlı eser ise en çok dikkatimi çekenlerden biri oldu, satranç tahtasının karşısında oturup düşünen kadavranın, kafatası açılarak, beyni gözler önüne serilmişti. Algılarımın açılıp, dikkatimin tavan yaptığı an bu andı, Gunther von Hagens ve ekibinin, plastinasyon tekniğinin sunumunun yanı sıra, sanat yapma düşüncesini de gösteren bir çalışmaydı. Beyin gösterimi ince bir düşünceydi, benim çok hoşuma gitti ve uzun süre inceledim “Satranç Oyuncusu”'nu. “Basketbolcu”, insan anatomisinin mükemmelliğini, gücünü vurguluyordu, “Ressam” ise sporun ardından resim sanatına bir göndermeydi. Bu eserin yanındaki, Clark Monet ve Edgar Degas'a ait iki tablo da bu göndermeyi destekliyordu. “Kuşlarla Zümrüdüanka”, kadın vücudunun hayranlık uyandırıcı kusursuz güzelliğini gösteriyordu. “Sürücülü Şaha Kalkan At” ise belki de en değerli parçasıydı serginin, tam anlamıyla epik bir eserdi. “Zamanın Aynası”, kelimelerin kifayetsiz kalacağı bir güzellikti. Gösterimi yapılan videoda söylendiği üzere, yapımı üç yıl almıştı ki, bu süre zarfı, önümüzdeki sunuma harcanan çabanın bir kanıtıydı. “Casino Royale” ise hem görsel bir şölen, hem de çok esprili bir kompozisyondu. “Zürafa”, devasa boyutuyla ağzımı bir karış açık bıraktı, karşısında en çok vakit harcadığım parça oldu. Bir mühendis olarak, koca zürafayı oraya nasıl soktuklarını düşünmeden edemedim. Sigara içmiş bir kişinin kararmış akciğerini gören bir sigara tiryakisinin, hemen sigarayı bırakacağını düşünmekteyim. Öte yandan alınmış dik ve enine kesitler de çok ilgi çekiciydi ki, obezite hastasının dikine kesiti, sağlıklı beslenmeyi teşvik ediciydi. Ceninleri ayrı bir bölmede sergilemişler, girip baktım ve çok hoşuma gitti. Embriyodan insan haline nasıl dönüştüğümüzü gösteren harika bir bölümdü. Sergi boyunca araya serpiştirilmiş ufak yazılarda çok enteresan bilgiler vardı, tek tek okumaya çalıştım.
Serginin ardından, “İşte sanat budur” diye haykırmak geldi içimden. İnsanoğlunun, tepeden tırnağa, bütün şeffaflığıyla gösterilip, sanatın tahrik edici sosuna bandırıldığı bir çalışmaya tanıklık etmiştim.
15 Kasım 2010 Pazartesi
Boardwalk Empire
Yazıma başlarken şunu belirtmek istiyorum, sinema, televizyon dizileri gibi konularda ahkam kesecek bilgi birikimim yok, sizlere aktaracaklarım sadece birer öneri niteliği taşıyacaktır. Boardwalk Empire hakkında yazı hazırlama arzum da aniden doğdu, beğendiğim bir yapımı sizlerle paylaşmak geldi içimden. Hiçbir şekilde "spoiler" vermeyeceğim, gönül rahatlığıyla okuyabilirsiniz.
Martin Scorsese gibi çok önemli ve benim gibi sinemayla çok az haşır neşir olanların bile duyduğu bir yönetmenin de yapımcılarından biri olduğu ve pilot bölümünü yönettiği Boardwalk Empire, 1920'lerin Amerika Birleşik Devletleri'nde geçiyor. İçki satışının yasaklandığı bir dönemi ve içki mafyasını anlatan dizinin başrolünde ise Steve Buscemi var. Oyunculuklar, kamera çekimleri, dönem müzikleri, atmosfer benim çok hoşuma gitti, gerçekten o dönemin içinde hissediyorsunuz kendinizi. Vurdulu kırdılı, aksiyonun sürekli ön planda olduğu bir dizi değil Boardwalk Empire, ağır işleyen bir konuya sahip, öte yandan bu benim için olumsuz bir parametre değil. Çok gerçekçi, sanatsal yönü kuvvetli gibi geldi dizi bana. Jeneriğinden tutun çekim kalitesine, kostümlere kadar ne kadar büyük bir prodüksiyonun ürünü olduğu açık bir şekilde kendini belli etmekte. Yapımın hangi konuları işlediğine değinmek istemiyorum, "spoiler" -yerine Türkçe bir sözcük bulamıyorum, affedin- vermek, alacağınız zevki kısıtlamak anlamına gelecektir. Fazla uzatmadan şunu söyleyerek bitireceğim, çok büyük ihtimalle kült olacak, bütün ödüllere ambargo koyacak bir dizi ile karşı karşıyayız, belki beğenmeyeceksiniz ama mutlaka bir şans verin Boardwalk Empire'ye.