together we stand, divided we fall...

14 Mart 2010 Pazar

Ne Seninle, Ne Sensiz... Istanbul


Güzel bir Mart günü, okuluma giden eşsiz Gümüşsuyu yokuşundan yürürken aklıma düştü yine, bütün hınzırlığıyla, zıtlıkların, ironilerin, aşkın, romantizmin, öfkenin şehri. Afacan bir çocuk misali dengesizliği sardı beni Şehr-i Istanbul'un. Öyle bir vilayet ki söz konusu olan, bayağı tabirle, birkaç dakika önce sövdükten sonra, birden sükunete uğrayıp, aşık olduğunuz, manzarasına dalıp gittiğiniz, yüreğinizdeki aşkı harmanlayıp, şiirler için ilham perisi olan. Diyalektiği bu kadar güzel açıklayabilen bir şehirden bahsediyorum, acısıyla, tatlısıyla, fakat karşıtların çarpışıp, ortaya yeni bir sentez çıkarmasıyla, şahsına münhasır güzelliğine ulaşan. Doğduğumdan beri esiriyim, doğma büyüme Istanbullu olmama rağmen, klişe fakat etkili bir şekilde ifade etmek gerekirse, hala benim için büyük bir sır. Hangimiz için değil ki? Kimi zaman Boğaz'a karşı oturup içkimi yudumlamak, havasıyla dertleşmek istiyorum, ama namümkün. Hangi aşk acısız ve kusursuz ki bu olsun? Günlük hayat içinde oradan oraya koşuşturmaktan, trafikte zaman öldürmekten zaman kalıyor mu ki romantizme? Korna sesleri bölüyor hayallerimizi. Yaşanamıyor bu şehir doyasıya, sevgiliyi koklar gibi, yavaştan fakat delicesine, içine çekerek sevdayı. Tıpkı bize anlatılan o eski Istanbul insanları gibi, aşklarımı bütün asaletiyle yaşamak istiyorum, sevdiceğe sarılıp, kuşların eşlik ettiği denizini dinleyerek. Her çöktüğüm zaman, elimden tutup kaldıran, umuduma umut katan aziz şehir... Ne seninle, ne de sensiz...