together we stand, divided we fall...

16 Nisan 2011 Cumartesi

Istanbul Arkeoloji Müzesi


Güzel bir Istanbul sabahına gözlerini açmıştı Gülhane Parkı. Hayatın yeni yeni başladığı saatlerin dinginliğiyle ayrı bir güzellik içindeydi aziz şehir. Saat 9.30 civarlarındaydı ayak bastığımda Arkeoloji Müzesi'nin avlusuna. Peşi sıra rezaletlere imza atan Kültür Bakanlığı'nın yaptığı belki de tek doğru icraat olan Müzekart'ı aldım gişeden ve başladım gezime.

Turnikelerin metal çubuklarını bacak darbelerimle döndürdükten sonra, hemen soldaki Şark Eserleri Müzesi ve girişindeki iki tane kapı aslanı karşıladı beni. Merdivenleri tırmandım ve devasa kapının gıcırtısı belki de günün ilk ziyaretçisi olduğumu fısıldıyordu kulaklarıma. Beklediğimden daha şık bir dizaynı vardı Şark Eserleri Müzesi'nin, kullanılan mavi-kırmızı-krem renkler, doğu uygarlıklarının bıraktığı eserleri vurguluyordu adeta. İlk olarak mezar taşları, sunaklar, yazıtlar karşımdaydı, onları inceledikten sonra bir güneş saati takıldı gözlerime. Arkaik heykeller ve başları da karşı duvarda yerini almıştı. Büyük bir kabinin içinde, mezar buluntuları ve masklar eşliğinde bir mumya sergileniyordu, ki bu bina içinde en çok ilgimi çeken parça bu oldu. Rölyefler, skarabeler, ortostatlar ve yeni krallık dönemine ait sfenksler arkeolojik yolculuğumun bir sonraki duraklarıydı. İnsan başlı hayvan heykelleri fevkalade dikkat çekiciydi. En eski aşk şiiri olarak lanse edilen yazıt ve Hammurabi yasaları çivi yazıları örnekleri olarak karşıma çıktı. Bu eserleri gördüğüm an “Keşke yazıldıkları dili okuyabilsem” demekten alamadım kendimi. Dünyanın ilk yazılı antlaşması olan “Kadeş Antlaşması” da turistlerin dikkatle incelediği parçalar arasındaydı. Anadolu'da Tunç Çağı kalıntıları, Anadolu'ya özgü damga mühürlerin de dahil olduğu mühür bölümü, araç gereçler ve dahası, sergide yer alan diğer eserler arasındaydı.

Şark Eserleri Müzesi turumu noktalandırdıktan sonra, serin Istanbul havasına karıştım yeniden. Arkeoloji Müzesi'ne girmeden önce, çoğunun Hellenistik dönemden kalma olduğunu fark ettiğim avludaki nefes kesici eserlere göz attım. Çinili Köşk ile adeta flört eden devasa müzenin devasa kapısından girdim arkasından. Sağ baştan başladım incelemeye. Sırasıyla, Ana Tanrıça Kybele'nin de bulunduğu Arkaik dönem heykelleri, güreşenlerin ve çalgıcıların resmedildiği bir bloğun da dahil olduğu Anadolu-Pers dönemi eserleri, Attik Mezar Stel ve Kabartmaları dönemine ayrılan bölüm, aralarında Hermafrodit Heykeli'nin, Büyük İskender başlarının ve daha nice birbirinden muazzam heykellerin yer aldığı Hellenistik Dönem Heykeltıraşlığı döneminin sergilendiği kısım kovaladı birbirlerini. Onları takip eden Magnesia ve Tralles kentlerinin heykel örnekleri, ağzımın bir karış açık kaldığı bir bölümdü. Harika maskların ve tanrıça, tanrı, toplum içinde değer verilen insanların heykellerinin arasında parmaklarım fotoğraf makinasının tuşlarına basmaktan yoruldu adeta. Bu dönemin sanatsal anlatımına hayran kaldım. Hellenistik etkili Roma heykeltıraşlığına ait kadın başları göz alıcı güzellikteydi. Roma Devri Anadolu Eserleri, döneminin üç mermer kenti olan Efes, Milet ve Geyre'de imza atılan eserleri gözler önüne sermekteydi. Roma İmparatorluk döneminin heybetli Zeus heykeli, şahane dönemin belki de en dikkat çekici heykeliydi. Bir üst kata çıktığımda, saraylarda kullanılan araç-gereçler ve mimari sunumlar, çizimler ile karşılaştım. Kısa süren bu bölümün ardından, her biri ayrı konsepte ayrılmış, üç farklı kat karşıma çıktı. Orta katta Çağlar Boyu Anadolu, ziyaretçilerini bekliyordu. Truva'dan, Anadolu'da demir ve tunç çağlarından, Frig Devleti'nden kalan dikkate değer eserleri, heykel ve heykelcikleri inceledim. Ek binanın yukarı çıkan basamaklarının ardında, Suriye, Filistin, Kudüs, Kıbrıs gibi çevre uygarlıklardan kalma sanat eserleri bekliyordu. Özellikle Suriye, Filistin ve Kıbrıs'taki cam işçiliğinden derinden etkilendim. Üçüncü kattan birinci kata geçtiğimde, Çağlar boyu İstanbul'u bütün çıplaklığıyla gösteren, gizemli bölümü adımlamaya başladım. Bakırköy, Küçükçekmece, Ayvansaray, Haliç ve diğer yerleşkelerden elde edilen yapıtlar etkileyici bir görsellik sunmaktaydı. Özellikle Haliç eserleri göz kamaştırıcıydı. Bizans'a ayrılan yerde, klasik dönem İmparator heykeli, geçiş dönemi sanat eserleri, rölyefler, sütunlar harikuladeydi. Alt kata indiğimde, Assos Athena Tapınağı girişi, dillere destan bir güzellik sunan, son derece görkemli, büyük yapıtların sergilendiği Kral Sidon Nekropolü, ardından Anadolu'nun sütunlu lahitleri, son olarak da Anadolu'nun muhteşem sütunlu lahitleri ve Antik dönem Anadolu uygarlıklarından mimari örneklerine göz attım. Binadan çıktıktan sonra, bana göz kırpan Çinili Köşk'ü de gezip, turumu noktaladım.

Kelimelerin kifayetsiz kalacağı, “multikültürel” bir bombardımana maruz kalmıştım. Her insanın mutlaka gezmesi, görmesi gereken bir güzellik olan İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin etkilerinden kolayca kurtulabileceğimi sanmıyorum.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder